Yolum yine beni Paris‘e yönlendirdi. Yıllardır geldiğim bu büyülü şehre, her defasında ilk sefermiş gibi heyecanlanarak geliyorum. Bu sefer biraz daha farklı bir yolculuk yapacağım. Aylar öncesinden programlanmış gibi gözükse de , aslında çok plansız bir yolculuk.. Bakalım Noel dönemindeki Paris beni nerelere götürecek..
Yolculuğa bu gün 14.55 Pegasus Hava Yolları Paris uçuşuyla başladım. Bu sefer Paris’ten 1 buçuk saat uzaklıktaki Montargis‘de kalacağım. İnişimiz geç olduğu için ertesi sabah bu küçük kasabayı anlama şansım olacak. Ayrıca yarın yine Paris’e giderek hem bir merhaba diyeceğim, hem de dönüşte Versailles şatosunda muhteşem bir Noel konserini dinliyor olacağız.
Sabah kaldığımız köy Pannes‘da güne uyandık. Pannes, Montargis‘nin köylerinden bir tanesi. Tahmin edebileceğiniz gibi minik minik bahçeli evler ve sevimli bahçelerle dolu. Sabah kahvaltısı için fırına gidip, sıcak sıcak Fransız ekmekleriye güne başlamak da ayrı keyifti.
Paris’e bir buçuk saat yolumuz olduğu için kahvaltıdan hemen sonra yola çıktık. Notre Dame ilk durağımız oldu. Nehrin üstündeki parmaklıklar, aşıkların dilekleri için asılan kilitlerle tamamen dolmuş. Önünde fotoğraf çektiren gelin-damat ve içeri girmek için bekleyen uzun bir kuyruk. Yeni yıl süslemeleriyle daha da bir güzel gözüktü gözüme bu sefer.
İkinci durağımız Concorde meydanı ve tüm yol boyunca yılbaşı pazarı kurulmuş olan Champs Elysee. Her yer ışıl ışıl. İnsan kendini çocuk gibi hissediyor bu coşkunun içinde.
Eiffel Kulesini bu sefer arka tarafından yaklaşıp, biraz uzaktan izledik. Çok kalabalık ve biraz da tamiratlar olduğu için fazla kalamadık. Bu sefer uzaktan bakmakla yetindik. Her yandan sanat coşuyor bu şehirde. En basit binada bile, yüzlerce oymalar,heykeller.. Bir şiir adeta.
Ama Versailles Sarayı’na geldiğimde şiirin, sanatın, müziğin, aşkın ne demek olduğunu anladım. 1661’de yapımına başlanan bu sarayda ihtişamın ne demek olduğunu anlıyorsunuz. UNESCO Dünya Mirası Listesi‘nde olan bu saray, zengin bir krallık yönetimin ne demek olduğunu gösteriyor. Ancak tüm zenginliğine rağmen, kaynaklardan öğrendiğim bilgiye göre, bu sarayın özelliği mi yoksa garipliği mi dersiniz bilmem ama asillerin ihtiyaçlarını her yerde gidebileceği düşüncesinden yola çıkarak, yapılırken hiç tuvalet ya da banyo yapılmamış oluşudur. Bu yüzden de ‘Avrupa’daki tüm saraylardan eşsiz’ bir kokusu olduğu söylenirmiş.1789 Fransız Devrimi‘nden sonra 9 adet tuvalet yapılmış ancak sadece kral ve yakınları için. Tüm çalışanlar lazımlık kullandığı ve onları da pencerelerden bahçeye döktükleri için bu eşsiz koku ünvanını almış 🙂
Şapel, binaya uyum sağlamamış olsa da, iç mekan olarak tarihin en başarılı örneklerinden olduğu söyleniyor. Bu mekanda Bach‘ın Noel Oratoryosunu dinlemek ise başka bir zevkti. İsa’nın doğumu müjdeleyen bu kutsal senfoni, binanın akustiğiyle beraber bizleri aldı götürdü.
İster istemez şunu düşündüm: Ne yazık ki sanat her geçen gün gerilemiş. Böylesine ihtişamlı binalar, böylesi bir müzik ne yazık ki artık üretilmiyor. Bu yetenekler de, eserlerle beraber miras olmuş…