Paris, Londra, Berlin çok güzel ama Avrupa’da gezilecek daha çok yer, görülecek daha çok şey var. İşte koni şeklindeki çatılarıyla meşhur Alberobello’dan İtalya’nın büyüleyici köyü Monterosso’ya Avrupa, pek çok gizli kalmış seçenekler sunuyor.

1-  ALBEROBELLO VE TRULLİ EVLERİ

Alberobello

Puglia, tam da çizmenin topuğunda sanat, tarih, doğa ve lezzetin merkezi… Avrupa’nın çizmesi İtalya’nın güney doğusunda, bir yanında 800 kilometrelik Adriyatik sahili diğer yanı Tiren denizi ile çevrelenmiş, dünyanın nimetlerinden fazlasıyla pay almış bereketli toprakları, içerisinde birbirinden güzel minik kasabaları, binlerce yıllık zeytin ağaçları, alabildiğine uzanan üzüm bağları barındırıyor. İtalya’da bu güne kadar adını hep duyduğumuz turistik bölgelerin aksine, sessiz sedasız, ama doğası, mimarisi, yemekleri ve şarapları ile henüz pek de keşfedilmemiş gerçek İtalya!

Aynı zamanda tarihinde rol oynamış değişik kültürlerin katkısıyla da, Monte Kalesi (Castel del Monte), Trulli evleri ve San Michele Arcangelo Manastırı ile UNESCO Dünya Mirasları listesine de 3 eser kazandırmış. Trulli evleri, vadide bir çok kasabada görülse de, merkezi Alberobello!

Alberobello’nun adı ‘güzel ağaç’ anlamına gelse de, esas ünü, taşları üst üste koyarak harçsız yapılan koni şeklinde çatıları ile masalsı Trulli evlerinden geliyor. 1996 yılında, yaklaşık 1500 trulli evi ile UNESCO Dünya Listesi’ne girmiş.

Bölgede her şey lezzet üstüne o kadar kurgulanmış ki, tüm vadide yıl boyunca neredeyse her ay düzenlenen lezzet festivalleri var. Kısa bir seyahat ile 3 günlük bir tura değer!

2- MONET’NİN EVİ VE GIVERNY

giverny

Avrupa’nın en bilinen ve en çok turist alan şehridir Paris. Yolunuz Paris’e düşer ve bir günlük ekstra bir tur için vaktiniz olursa, hele bir de hava güneşliyse mutlaka Giverny‘e uğramanızı öneririm. Paris‘ten 80 km uzaklıktaki bu Fransız köyüne, St-Lazare istasyonundan Vernon’a 45 dakikada giderek ulaşabilirsiniz.

Vernon bölgesinde, Seine Nehri‘nin hemen yanındaki Giverny tipik bir Normandiya köyü. Eski taş evler, Arnavut kaldırımlı sokaklar, balkonlardan sarkan çiçeklerle bence çok romantikler ve Giverny de bu köylerin güzel örneklerinden biri.

Rue Claude Monet’den Claude Monet’in Evi’ne yürürken, arnavut kaldırımlı yol boyunca da sağlı, sollu taş evleri görürsünüz. Sanat galerileri, oteller, cafeler, şarap ve peynir satan dükkanlar ve her zaman önlerinde olan bisiklet sizi karşılıyor bu yol boyunca…

Giverny denince akla ilk gelen Claude Monet oluyor. 1840’da Paris’te dünyaya gelen Claude Monet 1883 yılında ikinci eşi Alice ve 8 çocuğuyla  Giverny’e yerleşmiş. Önce kiralayıp daha sonra satın aldığı bu bahçe tam 43 yıl boyunca eserlerine ilham kaynağı olmuş. Bu gün ise Monet ve Giverny adeta özdeşleşmiş.

Moneti’in evine geldiğinizde, bir sanatçının gözünden bir evin ve bahçenin ne kadar güzel anlatılabileceğini görüyorsunuz. Bahçe iki bölümden oluşmakta: Clos Normand adındaki çiçek bahçesi ve Japon bahçelerinden ilham alınarak yaratılan su bahçesi. Monet’nin Evi ve bahçeleri, Giverny Empresyonism Müzesi  (The Musée des Impressionnismes Giverny ), Doğal Mekanik Müzesi (The Natural Mechanical Museum ), Otel Baudy ( The Hotel Baudy ) Giverny^de gezilecek yerler arasında…

3- KIZIL KAYALAR: ROUSILLON

Rousillion

Fransa’nın Provans bölgesi birbirinden güzel köylere ev sahipliği yapar. Her biri ayrı ayrı anlatılabilecek bu köylerden biri de, adeta Arizona gibi görünen kızıl kayaların üstüne kurulmuş bir köy Roussillon’dur.

Luberon dağının eteklerine kurulmuş, belki de buranın en güzel tabiatına sahip Roussillion, tüm dolambaçlı yollarına rağmen gidip görmeye değer. Belki de Fransa’nın en etkileyeci köylerinden biri. Dünyanın en büyük hardal ocaklarının bulunduğu bu köyde toprak, kırmızı, sarı ve kahverenginin tüm tonlarıyla ortaya adeta bir sanatçının paletinden büyülü bir yağlıboya tablo çıkarmış. Evlerin rengarenk cepheleri ve renkli panjurlar da bu tablonun birer parçası. Sokaklarda kaybolmak burada çok keyifli.

Aniden karşınıza çıkan bir balkondan uçuşan mor tüllerin arasından bir çok sanat galerisini ve muhteşem restorantları ya da  tüllü şapkasıyla küçük Fransız edasıyla yürüyen şirin bir kız çocuğunu görebilirsiniz.

4-TAŞA DÖNEN İNSANLAR: POMPEI

Pompei

İnsanın tüylerini  ürpertecek bir hikayesi var Pompei’nin… İtalya’nın Napoli şehrinin yakınlarındaki bu antik Roma kentinde tam 2092 yıldır zaman durmuş. 24 Ağustos M.Ö 79 saat 13.00 ! Vezüv yanardağının aniden patlamasıyla, insanların kaçacak imkanı dahi kalmamış ve herkes olduğu şekliyle adeta heykele dönüşmüş kızgın lavlarla!

1700 yıl boyunca kayıp durumda olan kent, 1748 yılında tesadüfen yeniden keşfedilmiş. UNESCO Dünya Miras Listesi‘nde olan kent M.Ö. 5000 yıllarında kurulmuş. M.Ö. 89 yılında Romalıların işgali ile zevk, zenginlik ve eğlence merkezi haline gelen Pompei’de, bunca yıl geçmiş olmasına rağmen geniş caddeleri, dükkanları, meyhaneleri, malikaneleri, kumarhaneleri seçebilirsiniz.

1860 yılına kadar da bu örtü altındaymış Pompei. İtalyan bir bilim adamı tesadüfen fark edince  yıllar süren çalışmalarla yeniden ortaya çıkmış. Kimine göre bir ibret tablosu olarak!

5- GÖTEBURG’UN GİZLİ CENNETİ: BRANNÖ ADASI

Brannö - Göteburg

Gri ve sisli!

İsveç’in ikinci büyük şehri Göteburg için bu tanımlamayı kullanabiliriz. Çoğu zaman gri ve sisli ama asla sıkıcı değil! İnanılmaz güzel kafe ve restoranları, eski şehri ‘Haga’ ve gece hayatıyla oldukça hareketli bir şehir Göteburg. Ancak güzelliği aynı zamanda tam karşısına inci gibi dizilmiş 20 adadan geliyor. Kısack bir vapor yolculuğu ile ulaşılabilen adalarda, özellikle de yaz aylarında balık tutanlar, yelkenliler ve bisikletlerle son derce keyifli. Az sayıdaki restoranlar adeta masal evleri gibi. 100 yıllık bir evin restotana dönüştüğünü görebilirsiniz.

Arabanın yasak olması, adaları daha da keyifli hale getiriyor. Brannö bu adalardan geleneksel yaz dansları ve çocuk dostu plajlarıyla ayrılıyor.

6- DANTEL ŞEHİR: GDANSK !

gdansk

Polonya’daki kardeş şehrimiz Varşova’dan yaklaşık bir buçuk saatlik bir uçuşla varılabilecek Gdansk,  muazzam tarihi binaları ve üzerlerindeki müthiş işçilikler ile küçücük ama çok şirin adeta birer dantel. Şehrin içinden geçen Motlawa nehri ise ayrı bir güzellik katmış. Kendinizi ortaçağda hissedip, o büyülü ortama giriveriyorsunuz birden.

Zaman zaman Dünyanın Amber merkezi olarak da adlandırılan bu şehirde, bu taşın her türünü bulmak mümkün. Dluga Street’de (eski şehir) parke taşlı sokaklarda yürüdüğünüzde, gözünüzü binaların üzerlerindeki süslemelerden alamıyorsunuz. Nehrin iki yanına kurulmuş  ve balkonlarından çiçekler sarkan restorantlar hem çok keyifli ve hem inanılmaz lezzetli etler yeme şansınız var.

7- MONTEROSSO’DA KEYiF

monterosso-cinqueterre

Cinque Terre, İtalya’nın minik beş tepesi üzerine dizilmiş, yan yana beş sevimli köyü. Sırasıyla Monterosso Al Mare, Vernezza, Corniglia, Manarola ve Riomaggiore olarak dizilmiş bu köyler… Monterosso, Cinque Terre’deki beş köyden en büyüğü ve en güzeli.

Her yer buram buram İtalya! Renkli panjurlu evler, her yerde asılı çamaşırlar, dar sokaklar. Dantel satan dükkanlar, zeytinyağı dükkanları, şarapçılar, limoncello tattırmaya çalışanlar.

Eski şehir ve yeni şehir olarak ikiye ayrılmış durumda. Kumsalı ve şıkır şıkır deniziyle tabi ki yaz aylarında yerli, yabancı herkesin gözdesi. Yazın sahile inince insanı şaşırtan bir şemsiye ahengi olduğunu görüyorsunuz plajda. Alabildiğine uzanan bir kumsal ve tek tip şemsiyeler!

Cinque Terre’den Portovenere’ye kadar olan bölge UNESCO Dünya Mirasları listesinde.

8- KEMİK KİLİSESİ VE KUTNA HORA

Kutna-Hora-Kemik-Kilisesi

Prag malum herkesin bildiği gibi Avrupa’nın çok güzel şehirlerinden biri ama Çekoslavakya’da ilginç bir şehir daha var: KUTNA HORA. 1995 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde olan küçücük bir şehir. 1276 yılında bir keşiş burada gümüş madenlerini bulunca şehir pek önem kazanmış. Önemle beraber para da kazanmış elbet.

Zaman içinde bölgede okullar açılmış, anıtlar, yapılar baş göstermiş. Kutna Hora’nın mahallelerinden biri olan Sedlec’te de bir manastır kurulmuş. Bu manastırın rahibi 1278 yılında Filistin’e kutsal topraklara gönderilmiş ve dönerken de oradan 1 avuç toprak getirip, kilisenin mezarlığına serpmiş. Bundan dolayı da halk bu mezarlığın kutsal toprakların bir parçası olduğunu düşünüp oraya gömülmek istemiş. Ama 14.yy’da büyük bir veba salgını çıkmış ve söylentiye göre 30.000 insan bu mezarlığa gömülmüş. Daha sonrasında mezarlık o kadar büyümüş ki sığılamaz olmuş. Dahi mimar da, mezarlığa sığmanın yöntemini, ölülerin kemiklerinden bir kilise yapmakta bulmuş.

Kilise 19. yüzyılda Türkleri durdurmasıyla ünlü olan Swarzenberg ailesinin eline geçmiş. Bu yüzden de içeride kemiklerden yapılmış ailenin armasını görmek mümkün. Hatta bu armanın içinde ‘Türk’ün gözünü oyan karga’ amblemi de var.

9- KUTSAL TAŞLAR: STONHENGE !

Stonhenge

Dünyanın pek çok yerinde sırrı hala çözülemeyen yapıtlar var ve İngiltere’deki Stonhenge de bunlardır biri. Londra’nın 130 kilometre batısındaki, Salisbury Düzlüğü’nde yer alan çember şeklindeki dik taşların sırrı gizemini hala korusa da, yapılan çeşitli araştırmalar sonucunda bir kaç farklı fikir ortaya çıkmış.

Kimilerine göre toplu mezar, kimilerine göre ölülerin ruhlarına adanmış bir yapıt… Hakkındaki en eski kayıt M.Ö 1. Yüzyılda Güneş Tanrısı Apollon adına yapıldığından söz eder. Yeni kanıtlara göre yaz ve kış gün dönümlerinde burada binlerce insan toplanırmış. Halen de 21 Haziran ve 21 Aralık günlerinde, bu gelenek devam etmekte. 1986’da UNESCO Dünya Mirasları Listesine giren bu yapı, bugün onbinlerce turistin ziyaret alanı olarak merakları uyandırmaya devam ediyorç

 10– LAVANTA DİYARI: ABBAYE NOTRE-DAME DE SENANQUE

Abbaye-lavanta

Fransa’nın Provans bölgesi özellikle Temmuz ve Ağustos aylarında uçsuz bucaksız lavanta tarlalarına ev sahipliği yapar. Roma döneminden kalma taş yapıların yarattığı o masalsı görüntüler, lavanta tarlalarıyla süslenince ortaya inanılmaz fotoğraf kareleri çıkar.

Luberon’un mor lavanta tarlalarının çevrelediği Abbaye Notre-Dame de Senanque manastırı da bu yapıtlardan biridir. Her ne kadar cephesi huzur yaysa da, geçmişi barış dolu değil. 1148 yılında kurulan Senanque, altın çağını görülmemiş bir zenginlik kaynağı olan birçok çiftliğe sahip olduğu 13. yüzyılda yaşamış. Ama 1544 yılında Valdocular tarafından yakılıp, yıkılmış. 1580 yılında veba baş göstermiş. 17. yüzyıla gelindiğince bu harap yapıda yalnızca 2 keşiş kalmış. Fransız devrimi ve 19. yüzyıl manastır karşıtı yasaları da son derece acımasız davranmış. 1970’lerden bu yana manastırın varlıkları Association des Amis de Senenque’in himayesinde restore ediliyor ve burada daimi beş keşiş kalıyor.

Hikayesi hüzünlü olsa da, görüntüsü harika bu manastırdan yola devam ettiğinizde size daha da büyük lavanta tarlaları karşılar. Sault-en-Provence, Lavanta Müzesi, Valensole Yaylası, Domaine de la Citadelle (üzüm bağı) ve Avrupa’nın en güçlü su kaynağı Fontaine-de-Vaucluse bölgede mutlaka görülmesi gereken yerlerdir.

 

1 YORUM

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.